Osmanlı'nın Kültür Şehirlerinden Kastamonu'da Yetişmiş Bir Şâir: ÖMER FUÂDÎTarih: 26-06-2001 - 17:26:46


Kastamonu ilimiz Türk kültür tarihinde, Anadolu'daki en eski yerleşim yerlerinden biridir. Bu özelliği, bölgenin Türk kültürü yönünden önemini artırmakta ve Anadolu kültür mozaiğinin teşekkülündeki fonksiyonun ortaya konulmasını zorunlu kılmaktadır.
Eski çağlardan beri Etiler, Dorlar, Paflagonyalılar, İranlılar, Lidyalılar gibi pek çok uygarlığa beşiklik yapan bölgenin, Kastamonu adıyla tanınmasına daha çok Doğu Roma İmparatorluğu döneminde rastlıyoruz. Danışmentler (1100), Çobanlar (1213), Pervaneler (1259), Candaroğulları (1292) ve Osmanlılar (1461)'ın da hükümran olduğu Kastamonu, beş Türk devleti ve beyliğine de ev sahipliği yapmış önemli bir kültür merkezidir.[1]

Bunun somut bir göstergesi olarak, dünün edebî metinlerini ortaya koymanın yeterli olacağı kanaatindeyiz. Türk edebiyatı tarihinin en eski ve sağlam kaynakları olan şuara tezkirelerinde Kastamonulu olarak zikredilen şairlerin sayısı azımsanmayacak kadar fazladır. Yine kültürümüzün sacayaklarından birini teşkil eden mutasavvıf şahsiyetlerin bir kısmının Kastamonulu oluşu, ilin bu yapı içindeki önemini daha da artırmaktadır.

Sadece Osmanlı döneminde yetişen Âfitâbi, Ârif, Ârif Mehmed Efendi, Câmi, Dâi, Derviş Ahmed, Dilîri, Fâhir, Feride Hanım, Ferruhî, Fuâdi, Fünûni, Hâki, Halîmi, Hamdî, Harîri, Hâsib, İzzî, İzzet Efendi,Kıyâsi, Latîfi, Lâyihi, Mahvi, Mustafa Çelebi, Nâdi, Nihâni, Nûri, Râtib, Sa'di Çelebi, Senâyi, Sıdkî, Sun'î, Şâni, Şâvur, Şemsî, Şeydâ, Türâbi ve Zaîfi gibi pek çok divan şairinden anlaşılacağı gibi Kastamonu ilimiz, kültür ve edebiyat tarihimizin teşekkülünde önemli görevler üstlenmiş bir kültür kentidir.[2] Geçmişin köklerinden gelen bu birikimin eğitim ve kültür hayatımıza katkıları bugün de devam etmektedir.

Bu makalemizde, kültür dünyamız içinde önemli bir yeri olan, HVII. yüzyılda Kastamonu'da yaşayan şair, yazar ve ilim adamlarımızdan birisi olan Ömer Fuâdi'nin hayatı, sanatı ve eserleri üzerinde duracağız.

Siyasi ve sosyal hayattaki sarsıntılara rağmen gelişmesine devam eden HVII. yüzyıl edebî ekolü içinde, padişahlarından bir kısmının şair olup şiirden anlayan ve şairleri koruyan, şeyhülislamlarının bile yüzyılın üstat şairlerinden sayıldığı bir coğrafyada yetişen Fuâdi, sadece şiirle yetinmeyerek nesir vadisinde de hayli yol almış bir şahsiyettir.

Hayatı ve kişiliği ile ilgili olarak yaşadığı asırların ve sonraki yüzyılların şuarâ tezkirelerinde herhangi bir kayda rastlanılamayan şâirin, hayatı hakkında ayrıntılı ve sağlıklı bir bilgiye sahip değiliz. Bu makalemizde imkanlarımız ölçüsünde bu dönemin kaynaklarını taramayı ve Fuâdi’nin eserlerinden hareketle O’nun biyografisini ortaya koymayı hedefledik.

Ömer Fuâdi H.966/M.1560 yılında Kastamonu’nun merkez ilçesi Musafakih mahallesinde dünyaya gelmiştir.[3] Fuâdi’nin doğum yeri kaynaklarda genellikle Musafakih mahallesi olarak ifade edilmişse de, bazı şer’iyye sicillerinde Tahirfakih mahallesi kaydı görülmektedir.[4] Bu iki mahallenin birbirine yakın olması nedeniyle aile çevresinin bu mahallelere dağılmış olması mümkündür. Bu konuyla ilgili olarak Fuâdi, Menâkıb-ı Şa’bân-ı Velî adlı eserinde Musafakih mahallesinde doğduğunu ifade etmektedir. Babası Şa’bân-ı Velî fukarasından Himmet Dede’dir.[5] Ömer Fuâdi’nin ailesi ile ilgili ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. Sadece Osmanlı Müellifleri’nde eserlerinin ardından belirtilen “...mahdum-ı ‘âlîleri Kalbî efendinüñ ba’zı eş’ârını hâvî olan büyük mecmû’a (Yahyâ) efendi kütüphânesindedür.”[6] ifadesinden Kalbî Efendi isminde bir oğlunun olduğunu öğreniyoruz. İhsan Ozanoğlu da Kalbî’nin, Ömer Fuâdi’nin oğlu olup âlim ve şâir bir kişi olduğundan bahsetmektedir.[7] Ömer Fuâdi’nin düzenli bir tahsil ve terbiye gördüğü hayatının seyrinden ve meydana getirdiği eserlerinden anlaşılmaktadır. Fuâdi, ilk çocukluk yıllarını Şeyh Şa’bân-ı Veli gibi bir mutasavvıf zatın sohbet ve irşatlarını dinleyerek geçirmiştir. Şa’bân-ı Veli M.1569 yılında vefat ettiğinde dokuz yaşlarında bulunan Fuâdi, cenaze merasimini şu şekilde tasvir etmiştir:

“ sabi oglancık iken peder merhum namazlarına iletmiş idi, bi’lmuvâcehe gördüm. Bu kadar zaman ‘uzletde olmakla halk gözinden gâ’ib olan sultân-ı mülk-i ‘âlem-i gayb ve melekût bu hey’et ve hâletle kapudan taşda zâhir olduklarında halka şevk u harâret ve zevk ü hâlet galebe etmegin kimi safâ ile haykırup kimi harâretle aglayup bir sadâ-yı hây u hû ve bir nidâ-yı yâhû zâhir ve peydâ oldı ki kalemle tahriri ve kelâmla takriri kâbil degildür...” [8]


Fuâdi, ilk tahsilini Kur’an mektebinde yaptıktan sonra medreseye intisap ederek tahsilini burada tamamlamıştır. Arapça ve Farsça’yı bu dillerde ilmî, edebî ve tasavvufî eserler verecek düzeyde öğrenmiştir.[9] Eğitim hayatını içeren dönemini Menâkıbnâme’de “... önceleri yüksek memuriyet ve makamlara hevesle aklî ve naklî ilimleri tahsil ettim.”[10] şeklinde ifade eden Fuâdi, görüldüğü gibi bu dönemde yüksek mevkiler peşindedir. Gençlik hevesiyle dolup taştığı bu süreçte, Şa’bân-ı Veli hazretlerinin seccadesinde irşat vazifesini gören zat mürşid-i kâmildir düşüncesiyle Şeyh Abdülbâki Efendi’ye intisap etme düşüncesini şöyle açıklar:

“Lakin, kalp âleminde ruh makamından tahsil ve tekmil olunan ledünnî ilme meylim ve talebim yoktu. Allah’ın hidayeti ve zahiri ilim kuvvetiyle gafil kalbime safa ve ruhuma cila gelerek ilâhî cezbe zuhur etti. Terk ve fena tarafına meylim arttı. Vahdete çekilerek kesreti attım. Nice zaman kendi halimde kaldım. Küreli Mehmed Çelebi ve Abdülbâki efendiler gibi şeriat ve tarikat kitaplarını okudum. Fakat müşkilâtım kitap ve risâle ile halledilemedi. Mürşid-i kâmile hizmet etmeyince geçitlerden geçmeye imkân yoktu...”[11] Kalbindeki sıkıntıları gidermek için Abdülbâki Efendi’ye, o sırada İskilip’te olması nedeniyle ulaşamadığını belirten Fuâdi, ruhunda yaşadığı büyük değişimi:

Mekteb-i ‘aşkda yine tekrar elifden başladım[12]demek suretiyle ifade ederek, içinde gitgide yanan aşk ateşine daha fazla sabredemez. Bunun üzerine Şeyh Şa’bân-ı Veli’nin halifelerinden meşhur Hacı Dede’ye halini arz eder. O da bu hâlin kısa sürede halledilemeyeceğini, zamana ve tedrice ihtiyaç olduğunu, mâsivâyı terk ederek tarikata girmesini ve böylece mücahede ile hâlinin düzeleceğini ifade eder. Bu sırada duyduğu heyecan ve çektiği ıztırap onu aceleye sevketmekte ve Hacı Dede’den irşad niyaz etmektedir. Dede Efendi’nin tez elden irşâda âciz olduğunu ifade etmesi üzerine ondan ümidini kesen Fuâdi, Nureddin-zâde halifelerinden Himmet Efendi’ye hâlini arz eder. Himmet Efendi de elem ve ıztırap çekmenin cezbe alameti olduğunu ve tecelliyâtın zuhuruna vasıta olacağını belirterek Hacı Dede gibi menfi bir cevap verince Fuâdi, Ilgaz Dağı’nda irşad faaliyetinde bulunan Benli Sultan ocağına giderek hazretin oğlu ve halifesi Mahmut Efendi’ye hâlini arz eder. Mahmut Efendi de, Hacı Dede ve Himmet Efendi gibi O’nun derdine derman olamaz.Yine kendi ifadesiyle Ömer Fuâdi, elinden tutup kendisine rehber olacak bir kimse bulamayınca, bu dertten kurtulması için Allah’a yalvarmaya başlar. İşte tam o sırada “rahmânî hızır ve ruhânî tabip Abdülbâki Efendi bu hasta hâlin imdadına Hızır gibi yetişir.”[13] Fakat kendisiyle görüşemeyince cuma günü camide vaazını dinler ve içindeki fırtınaların kısmen dindiğini, “bir miktar müşkülünün hallolduğunu” beyan ederek aradığı manevi tabibin Abdülbâki Efendi olduğunu anlar ve bu veliye intisap eder.

Abdülbâki Efendi, Fuâdi’nin duygularının sükûna ermesinde ve kendisine intisâbı konusunda Hacı Dede, Himmet ve Mahmut efendilerin gösterdiği aczi ve tereddüdü göstermemiş, “hakikat aleminde mevsuf olan bâki meyden” Fuâdi’ye “bir kâse saf şarap” vererek, onun gönül ve ruh alemindeki elem ve kederlerine kâfi derecede şifa olmuştur. Fuâdi, hayatının bu devresinde Abdülbâki Efendi gibi bir mürşitle tanışmamış olsaydı ilâhi aşkın ateşiyle meczup olabileceğini ifade etmiştir:

Der ü âşinâ ol taşradan bî-gâne sansunlar
‘Acep zîbâ-revişdür ‘âkil ol dîvâne sansunlar

[14]diyerek gönül dünyasında, manevi keşfin meydana getirdiği sırları halktan sakladığını belirtmektedir. O’nun, önce Abdülbâki Efendi ve sonrasında Muhiddin Efendi’nin rahle-i tedrisinden geçerek yetiştiği bu süreçte derdini mürşidinden, hâlini Allah’tan başka kimsenin bilmediğini ve bu halde dergâhta hizmette kaldığını yine Menâkıbnâme’deki şu söyleminden anlıyoruz:

Ben belâ sahrâsınuñ mecnûnı iller bî-haber
Leylîyi Mevlâya tebdîl itdüm iller bî-haber[15]

  Şa’bâniyye’nin üçüncü post-nişini olan Abdülbâki Efendi’ye 27 yaşlarında intisab eden ve şeyhinin izniyle evlenen Ömer Fuâdi, dergâhın hitabet hizmeti ile meşgul olmuş ve üç yıllık hizmetinin ardından Abdülbâki Efendi’nin H.998/M.1589 yılında İskilip’te irtihali üzerine, dördüncü post-nişin olan Küreli (Araç’ın Demir Küresinden) meşhur âlim Muhiddin Efendi’ye intisâp eylemiş ve seyr ü sülûkunu bu veliden tamamlamıştır.[16] Fuâdi’nin yetişme sürecinde bu iki hocanın önemi oldukça fazladır. On yedi yıllık müritlik hayatı, M.1604 yılında Muhiddin Efendi’nin vefatıyla noktalanmış ve bu tarihte Şa’bân-ı Veli dergâhına şeyh olarak seçilmiştir.[17]

Şa’bâniyye tarikatına girmeden önce “müfti müsevvidliği” görevinde bulunan Ömer Fuâdi, bu yıllarda fıkıhla da yakından ilgilenmiş ve çevresini aydınlatma gayreti içinde olmuştur. Bu devresini “kesret alemi” olarak değerlendiren mutasavvıf şâir, bu süreçteki görevini: “... terk ü tecerrüd ‘âleminde üç yıldan ziyâde mücâhede idüp keşf-i ma’nevî yüzinden makâm-ı cem kuvvetiyle vahdet-i hakikıyyeye irişüp ‘uzlet ü vahdetde iken cemü’l-cem asârı ve tecellisi zuhur idüp fark-ı sâni ve kesretde vahdet hâlinüñ şuhûdiyle kesret-i suveriyye ‘âlemine düşüp Kastamonuda onyedi yıl müftîlerde ‘ilm-i fıkıh kuvvetiyle hızmet-i kitâbetde ve Şa’bân Efendi Hazretleri câmi’inde hey’et-i hitâbetde olup...” sözleriyle ifade etmektedir. [18]

Ömer Fuâdi’nin, tarikata intisabından sonra sorumlulukları daha da artmıştır. O’nun zamanında Halvetîlik tarikatının Şa’bâniyye kolu hayli inkişâf ettiğinden, pek çok kişi bu tarikata intisap etmiştir. Bütün Kastamonuluların sevgi ve saygısına mazhar olan Fuâdi’nin cuma günleri, selefleri gibi, Şa’bân-ı Veli camiinde halka verdiği vaazlarda İslâm Dini’nin yüceliğini, ibadet ve muamelatla ilgili meseleleri halkın anlayacağı bir dille izaha çalıştığı sohbetleri, büyük bir ilgiyle takip edilmiştir. Kastamonu’daki şöhreti kısa zamanda, çevre kazalarda da duyulunca insanlar, kendini görmek ve ilminden istifade etmek üzere dergâha ziyaretlerde bulunmuşlardır.[19]

Kaynaklarda ifade edildiğine göre, Fuâdi’nin engin bilgisi ve ateşli hitabeti, cemaati ve kendisiyle görüşen insanları oldukça etkilemiş ve böylece zahirî ilimlerde herkes tarafından saygı duyulan bir şahsiyet olarak tanınmış, özellikle fıkıh ve fetvâda memleket çapında şöhret olduğu ifade edilmiştir.[20] Ömer Fuâdi’nin dergâhta şeyh olarak kaldığı süre içerisinde en önemli hizmetlerinden biri de, Şeyh Şa’bân-ı Veli’nin kabrine bir türbenin yapılmasına öncülük etmesidir. Fuâdi türbenin yapılış hikâyesini “Türbenâme” adlı eserinde bütün ayrıntılarıyla anlatmaktadır.[21]

M.1604 yılında postnişin olan Ömer Fuâdi, tam otuz üç yıl halkı “tenvir ve irşad” göreviyle meşgul olmuş, çevresine ve beldesine önemli hizmetlerde bulunmuştur. Bir taraftan talebe ve ulemâya fıkıh, hadis ve tefsir dersleri okutan ve her cuma insanları aydınlatan vaazlar veren Fuâdi, bâtınî ilimlerde de talebelerinin, sâliklerinin ve ilmiye arkadaşlarının rüşd ü kemâline ömrünün sonuna kadar himmet ve gayret etmiştir. Fuâdi’nin “zâhir ve bâtını mâmur, keşif ve kerâmeti meşhur ve her türlü mesâisi meşkur” olduğunu belirten kaynaklar; Türkçe, Arapça ve Farsça ile meydana getirdiği ilmî, edebî, tasavvufî, manzum ve mensur eserleriyle önemli bir şahsiyet olduğuna dikkat çekmişlerdir.[22] Ömer Fuâdi, gerek dergâhtaki derslerinde ve gerekse cuma vaazlarında, halkın doğru bir şekilde bilgilendirilmesi noktasında önemli bir misyona sahip olmuştur. O, otuz üç yıllık irşat hayatı sürecinde, kemâle ermiş pek çok halifeler yetiştirmiştir. Bu halifeler içinde en meşhuru, kendisinden sonra yerine geçerek âşıklara rehberlik eden, ilmi ve kemâliyle tanınan, Kutb’ül-ârifin Çorumlu Şeyh İsmail Kudsî Efendi’dir.[23] Bütün hayatını Kastamonu’da geçiren Fuâdi, M.1636 yılında 76 yaşında vefat etmiştir. Kabri, Şeyh Şa’ban-ı Veli Türbesi içinde ve kütüphaneye bitişik olan duvarın yanında bulunmaktadır.[24]

Ömer Fuâdi de her şeyden önce mutasavvıf bir şairdir. Halvetilik içinde yetişmiş, tarikat şeyhi olmuş ve adeta tasavvuf içinde yoğrulmuştur. Bunun sonucu olarak tasavvufî söylem, şiirlerinin en önemli yapısını oluşturmaktadır. Şiirlerinde ve nesirlerinde dile getirdiği aşk, ilahi aşktır. Fuâdi, öğreticiliği ön plana çıkardığı için, eserlerinde tasavvuf yüzeyde kalmıştır. Sanatçının şiirlerinde hayal unsurundan çok, reel alemden alınan kesitler etkilidir. Şiiri, tasavvufî heyecanları ifade etme noktasında bir araç olarak kullanan şairlerden biri olan sanatçının bir tarikat şeyhi olduğu göz önüne alınarak, şiirlerini bu çerçevede değerlendirmenin daha doğru olacağı düşüncesindeyiz. Çünkü, tasavvufî heyecanlarla yazılmış ârifâne ve âşıkane şiirlerinin, Şeyh Şa'bân-ı Veli'ye duyulan derin sevgi, saygı ve özlemlerin, şâirin yüklendiği misyonla izahı mümkün olacaktır. Eserlerinde didaktizmin ön planda oluşu da bu nedenden ileri gelmektedir. Şâir, tarikata giren kişilerin olgunlaşma sürecinde yapması gerekenleri bir gazelinde:

İy tâlib-i ‘irfânî kesretde koma cânı
Bülbül gibi ol dâ'im vahdet güli hayrânı

Mücellâ-yı dil ü cânı pâk eyle ‘alâ'ikden
Tâ ide tecellî bir hâlet-i ruhâni

Mefhûm-ı ‘amâ'i bil ‘amâlıgı terk eyle
Fehm eyle şühûd ile el'ân kem-a-kânı

Esrâr-ı kemâl-i Hakk görindi Fu'âdîde
Feyyâz-ı ezel virdi çün neş'e-i Rahmâni (25)

şeklinde ifade ederek, irfâna tâlip olanların nefis terbiyesinden geçip, gönüllerini kesret aleminden çekmeleri gerektiğini, bülbülün gözü nasıl ki gülden başkasını görmezse, tâlibin de vahdetten başka bir düşünce içinde olmaması gerektiğini belirtmektedir. Çünkü gönül, hâlet-i ruhâniyenin tecelli edeceği bir yerdir. Tâlip, varlığını Allah'ın varlığında eritmeye hazırlanacak ve "hâl ü kemâl" sahibi bir "ilm-i ledünnî" sultanı olacaktır. Fuâdi, çevresini gönül gözü ile görüp eşyanın ardındaki hakikati anlayan kemâle ermiş tâlibe "neş'e-i Rahmâni" gözü ile bakmaktadır.
Şairin üstlendiği sorumluluğun sonucu olarak sanatına da yansıyan "öğreticilik" yönü nesirlerinde de görülmektedir. Ayet ve hadislerden örnekler göstererek insanları yanlış düşüncelerden korumaya çalışan Ömer Fuâdi, menakıbnamesinin telif sebebini açıklarken, okuyan herkesin anlayabilmesi ve istifade edebilmesi için "elfâz-ı belîgayı" ve "ibârât-ı fasîhayı" terk edip "Türkî ve basit" ifadelerle yazıldığını söyler.26

Ömer Fuâdi, dinin ve halkın dini duygularının istismar edilmesine de şiddetle karşı çıkmış ve bulunduğu yapı içinde çevresindekilerin, bu tür durumlar karşısında duyarlı olmalarını sağlamıştır. Kendini şeyh olarak tanıtan herkesin hakikatte kâmil kimseler olmadıklarını belirten şâir,tâliplere binde bir bulunan gerçek mürşitleri aramaları gerektiğini hatırlatır:

Hankâh-ı dehr içinde ârif-i ehl-i fenâ
Bulunur gerçi Fuâdî kâmil amma binde bir 27

Ömer Fuâdi'nin söyleyişteki sadeliği, pek çok şiirlerinde bizlere Yunus'u hatırlatmaktadır. Şairin Abdülbâki Efendi'ye intisap ederek gönül huzuruna kavuştuğu dönemi ifade eden "yirine" uyaklı gazeli bu tarzdaki en güzel örneklerdendir:

Gitdi cismim geldi bir cân yirine
Gitdi cânım geldi cânân yirine

Olmadan cânâna cânın virmeyen
Bulmayup derdine dermân yirine

Sırr-ı cânı vü fedâsın añla kim
Tuymayan bu râzı her ân yirine

Evliyâ sırrın vü cânuñ hâlini
Bilür ol kim gele ‘irfân yirine

‘Iydi vaslına Fu'âdî irişüp
Virdi cânın bunda kurbân yirine28

Cismini yok edip cânı bulan, nefisten geçerek özünü ve cânını bilen şair, cânını kurban etmeye hazırdır. Bu olmadığı zaman, derdine derman da bulunmayacaktır. Şair, kendi hayatında da benzeri bir dönem geçirmiş, ruhunu saran dertlere, derman olacak bir mürşit aramıştır. Günlerce, aylarca süren sıkıntılı bir bekleyiş devresinden sonra Mevlâna'nın Şems'i, Yunus'un Tabduk Emre'yi buluşu gibi o da Abdülbâki Efendi'ye intisap etmiş ve huzura ermiştir.

O'nun sanatında mahallileşme etkileri de görülmektedir. Şairi yaşadığı süreçte, klasik şiirin genel yapısı içinde ele aldığımızda, söylemlerinde oldukça sade bir üsluba sahip olduğunu görüyoruz. Bâki ve Nef'î gibi şairlerin hüküm sürdüğü bu asırda Fuâdi, onların içine düştükleri tasannudan uzak kalmayı başarabilmiştir. O'nun sade Türkçe ile söylediği şiirlerinde halk ağzı ifadelere, atasözlerine ve özdeyişleri rastlamak mümkündür:

Bu söz togrı sözdür eyleme şek
Sözi virenden alan uslu gerek 29

Kaçan kim gitse şâd-ı gam görinse
Bu gam ile gözüñde nem görinse

Kanı bir ‘ârif-i merd-i ma’ârif
Fu'âdînüñ ola hâline vâkıf

Kanâ’at eyledüm efzûn gerekmez
Bunuñ gayri helâk olsun gerekmez

Aña yüz virdi erbâb-ı zerâfet
Başına çıkdı Mecnûnuñ ol âfet 30

Devr-i zamân ol kadar döndi bu dem ‘aksine‘Akreb ü hasm oldılar akârib ü hısımlar 31 nazım parçalarında olduğu gibi nesirlerinde de; akıcı ve yalın söyleyiş, kaçan kim, kani, kanda...vb. mahalli söylemler, deyimler, atasözleri ve veciz sözlerin, Ömer Fuâdi'nin sanatçı kimliğinin halkla bütünleşmesi noktasında önemli olduğunu düşünüyoruz.
"Olgun bir kişide en büyük keramet, telkin ve irşada muktedir olmaktır."
"Azizlerin nazarı kimyadır. Sadık bir istekli görünce yolda bırakmazlar."
"At binmesini bilenin, kılıç kuşananın, meydan seyirdenin ve topu çerkân atanındır." 32
Sanatının bu yöndeki inceliklerini ortaya koyduğu en önemli eseri Bülbüliyye'dir. Sade, akıcı bir üslupla kaleme alınan eserde lirizmin ve didaktizmin başarılı bir şekilde dizelere yansıtıldığını görüyoruz. Şair, klasik edebiyatın "gül-bülbül" mazmununa sıkça yer vermiştir:

Ne hâletdür gülistân içre Bülbül
Gül-i zîbâya candan itdi gulgul

Didi derd ile Mecnûn Leylî leyl
Didi ‘aşk ile Bülbül dahı gül gül

Belî dimem didükde ‘aşka nâdân
Aña bir ‘ârif-i cân didi kulkûl

Gam-ı ‘aşkdan nemi didim göricek
Baña cânân didi lutf ile  gül gül

‘Ali-âsâ Fu'âdî aldı meydân
Reh-i ‘irfânda olmış nefs-i düldül 33

dizelerinde gerek "gül-bülbül" mazmununu ve gerekse mahalli ifadelerin yansımalarını görmek mümkündür. Bu gazelde şair, "bülbül,gül,Leyli ve Mecnun" mazmunlarına yer vermiştir. Bülbül, gülistanda gülün güzelliği karşısında ötmektedir. İlahi aşkı ifade eden gül, ilahi aşka kavuşup vahdete ermek isteyen bülbül ve kâinatı temsil eden gülistan arasında tenasüp sanatı yapılmıştır. Allah kendi güzelliğini görecek gözler ve sevecek gönüller yaratmak için tecelli etmiştir. Kâinattaki güzelliklerde Allah'ı gören ve sonunda onu kendinde bulan âşıktır. Mecnun'un Leylâ'yı aradığı gibi o da güle kavuşmak ister. Yarım uyakların kullanıldığı şiirde "meydan almak" gibi mahallileşmenin yansıması olarak gözüken söylemlere de yer verilmiştir. O, İnsanın ruhuyla ve nefsiyle bir bütün olduğunu, maddi ve manevi acılarla olgunluğa ulaştığını ifade eden bir gazelinde:
Gidemezsin reh-i cânâna bensiz
Varırsın Hazretine lîk sensiz 

Dile mahsûs olan kâli niderler
Ki hâl ehli anı söyler dehensiz

Resen ile irişdi dâra Mansûr
Hüviyyet ehli irişür resensiz

Dile Yusuf gamından olma hâli
Ki Ya’kubun evi olmaz hazensiz

Bu dem rûh ile nefsi ile hem-dem
Fu'âdî ‘ârif olmaz cân bedensiz 34

dizeleriyle sevgiliye (Allah'a) ulaşmak, vuslata ermek için nefisten, benlikten sıyrılmak gerektiğine dikkat çekilmektedir. O yola benlikle, madde ile çıkılır; mânâ ile ulaşılır. Gönül ehli hâl ile bilinir, sözden uzak durur. Çünkü ârifler "kâl ile değil hâl ile" anlaşırlar. Hallac "ene'l-Hakk" dediği için dâra çekilmiştir. Hakikati anlayan arifler, ipe gerek kalmadan Hakk'a ulaşırlar. Derviş gönlü elemden uzak olmaz. Yusuf'u kaybeden Yakub'un evi nasıl "Külbe-i Ahzân" ise Hakk yolunda yürüyenlerin gönlünde de Hakk'dan uzak olmanın hüznü ve kederi vardır.

Ömer Fuâdi, klasik edebiyatın nazım ve nesir sahasında kendini kanıtlarken, nazımda çoğunlukla divan şiirinin geleneklerine bağlı kalmış, Mecmua-i İlahiyat'ta yer alan heceyle yazılmış üç ilahinin dışında aruz ölçüsünü kullanmış35; çoğunlukla gazel ve mesnevi türündeki şiirlerinde ve nesirlerinde sade, akıcı bir üslup kullanmaya özen göstermiştir. Şair, bir mürit için dış görünümü önemsiz ve değersiz bulurken içeriği, gönlü, güneş gibi parlak ve umman gibi erişilmez, uçsuz bucaksız bulduğu cihetle, şiirde de mânâ ve bilginin önemli olduğu düşüncesindedir. Bu nedenle, şiirlerinin yer yer biçim yönünden zayıf olduğunu ve bir takım vezin hatalarının bulunduğunu görüyoruz:

Bir katre-i nâçizem benden görinür ‘ummân
Bir zerre-i bî-hodem şems anda olur pinhân

Bagbân oluben girdüm bir gülşen ü bustâna
Tuymadı beni hergiz ne gülşen ü ne bustân

Serhadd-i hakîkatde cânum bulalı vahdet
Ol berzah-ı iksirdür el'âna baña meydân

Kesret yüzi fark itdi ma’şuk ile ‘uşşâkı
Vahdet anı cem’ itdi mahv oldı kamû a’yânı

Kalbine Fu'âdinüñ yâr eyledi çok ikrâm
Budur ki a’lâda cânı olalı mihmân 36

Şairin rüştünü ispatladığı dönemi ifade eden ancak teknik yönden zayıf olan bu şiirde kendisini nâçiz bir katre olarak görüyoruz. Gerçi bu katreden umman görünmektedir. Çünkü her damla ummanın özelliklerini taşımaktadır. Mesnevi'yi okumuş, özümsemiş olan şair, ummanın bir katresi olan kendinde, ummanı bulabilmiştir. Güneş, ummanda gizlidir. Güneşin özelliklerini taşıyan, güneşten bir zerre olarak karşımıza çıkar. O, yaratılışın sırlarına vakıf olmuş ama kimse farkında değildir. Dünya sevgili ile aşığı birbirinden ayırır. Kesrete dalan Allah'ın varlığına ulaşamaz. Kavuşmak, vahdete ermekle mümkündür. Şair, sevgiliye misafir olduğundan onun ikramı ile gönlü dolup taşmıştır. Sevgilinin aşkı ile yaşayan şair, vahdete ulaşmış, hakikati anlamıştır. Tasavvuf felsefesinin özünü ifade eden şiirde, fikir bazında Mevlâna'nın yansımalarını, üslup noktasında ise:

Benem ol ışk bahrısı denizler hayran bana
Derya benüm katremdür zerreler ummân bana 37

mısralarını çağrıştıran Yunus'un izlerini görmekteyiz.

Eserlerinde tasavvufî aşkı ve sosyal temaları işleyen şair,sanatında öğretici olmayı gaye edinmiştir. Üslup ve düşünce boyutunda Menakıbnâme, Bülbüliyye ve diğer eserlerinde yer alan bazı şiirlerinde, yer yer Yunus'un etkileri görülmektedir.

Ömer Fuâdi, velûd bir şahsiyet olarak Tarikat-ı Şa’bâniyye’nin âlim,fâzıl ve şâir müntesiplerinden birisi olarak bilinmektedir. Manzum ve mensur olarak otuza yakın eser veren mutasavvıf şâirin eserlerinde öğreticilik daha belirgindir. Fuâdi’nin manzum eserlerinde yer yer görülen vezin ve kâfiye kusurlarının bir sebebi olarak; çok eser yazmış olmasını gösterebiliriz. O’nun tanınmasında en etkili faktör kuşkusuz "Menâkıb-ı Şa’ban-ı Veli" adlı çalışması olmuştur. Bu eserin dışında tasavvufa, özellikle vahdet-i vücuda dair yazmış olduğu; "‘Aseliyye, Beyânü’l-Esrâr, Bülbüliyye, Güllâbiyye, Halvetiyye, Hayâtiyye, Makâle-i Ferdiyye ve Risâle-i Virdiyye, Mecmu’a-i İlâhiyât, Menâkıb-ı Şa’bâniyye, Muslihu’n-Nefs, Müretteb Divân, Müsellesât-ı Tâsiyye, Pend-Nâme, Ravzâtü’l- ‘Ulemâ, Risâle-i Devrân, Risâle-i Dürriyye, Risâletü’t-Tasavvuf, Risâle-i Tevhidiyye, Risale-i Zikr, Sadafiyye, Silsilenâme, Şerh-i Risâle-i Zenbilli ‘Ali Efendi fî Hakk-ı Devrân-ı Sûfiyye, Şerh-i Vird-i Settâr, Şevkıyye fî Hakk-ı Devrân-ı Sûfiyye, Ta’rifât-ı ‘ilm-i Nahiv, Terceme-i Mi’yâru’t-Tarîka, Tevsikıyye, Türbenâme, Vâkıât" adındaki eserlerinden, sanatçının edebî yönünü göstermesi açısından önemli bulduklarımız üzerinde durmak istiyoruz:

Menâkıb-ı Şa'bân-ı Veli:

Eserde, Halvetîlik’in Şa’bâniyye kolunun kurucusu Şeyh Şa’bân-ı Veli’nin ve kendisine kadar bu görevi yürüten dört halifesinin hayatı konu edilmiş; velilik ve kerâmet hakkında bilgilerle tarikat silsilesi verilmiştir. Şeyh Şa’bân-ı Veli’nin ve halifelerinin menakıblarının ve kerâmetlerinin, diğer evliya ve şeyhlerinki gibi yazılıp bilinmesini isteyen Fuâdi, H.1017 tarihinde bu eseri yazdığını, herkes tarafından anlaşılabilmesi için de basit Türkçe ibareler kullandığını ifade etmektedir.

Sultan I. Ahmet Han için yazılan ve beş bölümden oluşan eserin birinci bölümünde velilik ve kerâmet hakkında bilgiler verilmekte; ikinci bölümünde Şa'bân-ı Veli’nin tarikat silsilesi belirtilmekte; üçüncü bölümünde Seyyid Sünnetî Efendi’nin; dördüncü bölümünde Şa’bân-ı Veli’nin menkıbeleri anlatılmakta; son bölümünde ise, Şa’bân-ı Veli’den sonra M.1620 tarihine kadar makamda şeyhlik eden dört halifenin biyografileri verilmektedir. 38 Menâkıbnâme’deki bölümlerin çeşitli ayet, hadis ve beyitlerle desteklendiğini görüyoruz. Eserde yer verilen beyitlerin genellikle Farsça olması ve Şeyh Şa’bân-ı Veli’nin medhiyle ilgili bölümlerde ifade edilmesi, gerek Fuâdi’nin Farsça’ya olan ilgisini ve bu dile hakimiyetini ve gerekse bu edebiyatın zirve isimleriyle gelinen nokta açısından dikkat çekmektedir. Nihal Yazar, bu eserle ilgili çalışmasında, eserin secili nesirle yazıldığını; akıcı ve devrine göre anlaşılır olduğunu; şiir parçalarıyla desteklenen Farsça beyitlerin Mevlânâ, Hâfız-ı Şirâzi ve Molla Câmi’ye, Türkçe şiirlerin çoğunun Ömer Fuâdi’ye, bazılarınınsa Murâdî, Mahvî, Beliğ ve Ubeydî’ye ait olduğunu belirtmektedir.39

Özetle, hem sanatçının biyografisinin ortaya konulması ve hem de Şa’bânilik ile ilgili olarak bilinen bütün gelenek, görenek ve yaşam tarzının sonraki kuşaklara aktarılması noktasında çok önemli bir görevi yerine getirmiş olan bu eser, H.1294/ M.1877’de Kastamonu Vilayet Matbaası’nda basılmıştır.40

Türbenâme:

Bu eser, H.1020 yılında hizmete açılan Şeyh Şa’bân-ı Veli Türbesi’nin yapılışını anlatmaktadır. Yazma nüshaları genellikle “Menâkıb-ı Şa’bân-ı Veli” adlı eserle bir arada bulunan ve bir nevi onun devamı sayılan Türbenâme, nesir olmakla beraber yer yer manzumdur.41 Eserin yazılış nedenini Fuâdi, “sebeb-i te’lif” başlığı altında şöyle ifade etmektedir:

“...’Ömer Kethüdâyı Nasuh Paşa katl idüp türbe nâ-tamam kaldukda ahvâl-i ehlu’llahdan ve bi-irâdeti’llah ‘âlem-i imkânda zuhûr iden hikmetu’llahdan haberdâr olmayan ba’zı nâdânlardan bu hususda hased-i hasîd ve hıkd-ı hâkid şerriyle şekk ü gümân ve i’tirâz u bühtân vâki’ ve zâhir oldukda bu türbenâme anlaruñ i’tirâzlaruna cevâb-ı sâkî ve şekk ü gümânlarına ve sû-i zanlarına def-i vâfi ve hazret-i sultânuñ nice kerâmât-ı bâhirelerine beyân içün vâki’ olmuşdur.”42

Türbenin inşaatı devam ederken yaşanan güçlüklerin etraflıca anlatıldığı eserde, Sultan II. Osman’ın vezirlerinden olan Kastamonu valisi Kurşunlu-zâde Mustafa Paşa’nın da katkıları dile getirilmektedir.43

Bülbüliyye:

Mesnevî tarzında yazılmış manzum bir hikâyedir. Türk Edebiyatı’nda HVI. yüzyıldan başlayarak “Bülbül-nâme”, “Bülbüliyye” ve “Gül ü Bülbül” adlarıyla yazılan az sayıdaki eserden birisi de Ömer Fuâdi’ye aittir.44 İran kaynaklı tasavvufî bir hikâye olarak değerlendirebileceğimiz eserin Attar’ın Bülbül-name’sinden mülhem kaleme alındığını görüyoruz.45

Bülbüliyye, yedi beyitlik bir hamdeleden sonra, Farsça bir kıta ve 73 beyitlik bir salvele bölümüyle devam eder. Şair, eserin veznini belirttikten sonra takip eden 55 beyitte eserin yazılma sebebini açıklar. Sebeb-i Te'lif bölümünü 20 beyitlik bir Kaside-i Pendiyye, 6 beyitlik Beyan-ı Diğer ve 16 beyitlik Layiha-i Pendiyye izler. Asıl hikaye

Mukarrerdür cihân içre bu hâlet
Buña şahiddürür iş bu hikâyet

Hikâyetden murâd temsil-i Hakkdur
Bunı iz’ân idenler ehl-i Hakkdur 46

dizeleriyle başlar. Fuâdi, insanlardaki iyi ve kötü davranışları, doğru ve yanlışı "temsîli" olarak anlatmak amacıyla hikayenin kaleme alındığını, "ehl-i Hakk"ın bunu anlayabileceğini vurgulamaktadır. Esasında, eserin didaktik bir fabl örneği olduğu bizzat şair tarafından ifade edilmektedir.

Mesnevi nazım şekli ile yazılmış olan eserde Fuâdi'ye ait bir kıta, biri dokuz beyitten, dördü beşer beyitten oluşan toplam beş gazel ve kaside türünde yazılmış pendiyyeler de bulunmaktadır. Eseri şekil bakımından incelediğimizde, kafiye ve rediflerin özenle seçildiğini, yarım, tam ve zengin uyakların kullanıldığını görüyoruz. Asıl metni oluşturan mesnevi nazım şekli ile yazılan bölümde aruzun (me fâ î lün / me fâ î lün / fe û lün) ölçüsü kullanılmışken, gazel, kıta ve kasidelerde değişik vezinlere yer verilmiştir.

Fuâdi,eserde anlatılan kıssalardan hisse çıkarırken nefs, kalp, ruh, sırr-ı vahdet, sırr-ı hafi, sırr-ı ihfa ve hafa-yı mutlak olarak ifade edilen "yedi etvâr"dan genel olarak söz ettikten sonra devrân-ı sofiyyenin cevazı konusuna da değinmiş ve Aksarâyî, Cemâle'd-din Şirâzî, Şehâbü'd-dîn, Zenbilli Ali Efendi, Sünbül Efendi ve İmam Gazâli'yi tanık göstererek, ayet ve hadislerden deliller ortaya koyarak "sema"ın caiz olduğuna işaret etmiştir.47Özetle, H.1033 tarihinde yazılan eserde aşk ve vahdet teması işlenmiş olup, kuşların bülbülün figanından rahatsız olarak Süleyman peygambere şikâyetleri anlatılmaktadır. Teknik yönü zayıf olan eserin, divan edebiyatını tekke edebiyatı aracılığıyla halka yaklaştırması noktasında önemli olduğu görülmektedir.48 Öğreticiliğin ön planda tutulduğu eser, Ömer Fuâdi’nin edebî yönünü ortaya koyması açısından da önemlidir.Risâle-i Virdiyye: Tarikat-ı Şa’bâniyye’nin âdâb, erkan ve usullerinin dile getirildiği bir eserdir.49 Fuâdi, yetiştiği süreci ve seleflerinin hizmetlerini anlattığı eserinde, tarikat erkanının ahvalinden , irşad faaliyetlerinden, konuşmanın adabından, esmâ-i hüsnâ ve kelime-i tevhidin esrarından, Hazreti Ömer’in menâkıbından ve sabah akşam okunan dualardan bahsetmektedir.

Muslihu’n-Nefs:

Nesir olarak yazılan ve küçük bir risale olan eserde Fuâdi, nefsin yedi sıfatını ele almaktadır.50 Yedi bölümden oluşan eserde; nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i râziyye ve nefs-i merziyye üzerinde durulmaktadır. Nefsin yedi sıfatına özellikleriyle değinen Fuâdi, nefs-i emmârenin gazab, hased ve kibir; nefs-i levvâmenin işret, temennâ ve kahr; nefs-i mülhimenin ilim, tevazu, tahammül, sabır ve kanaat; nefs-i mutmainnenin zühd, şükr, tevekkül, ibadet ve gam olduğunu belirterek bu özelliklerin zâhirî ve bâtınî yönlerine de dikkat çekmektedir.Risâle-i Halvet: İki bölümden oluşan risâle nesirle yazılmıştır.51 Risâlenin ilk bölümünde, “Beyân-ı ahvâl-i halvet” başlığı altında halvetin âdâbı, usûlü ve hikmetleri üzerinde durulmuş olup ikinci bölümde ise halvetin mertebeleri ele alınmaktadır. Risâle-i Zikr: Fuâdi’nin risâleler serisi olarak ifade edebileceğimiz bu eserinde de, zikrin ahvali üzerinde durulmaktadır.52 Kur’an-ı Kerim’in: “Ey inananlar, Allah’ı çokça zikrediniz.” ayetinin, Necmeddin Râzi ve Kadı Beyzâvî’nin tefsirlerinden hareketle tahlil edildiği eserde, zikr-i hafinin özellikleri ve peygamberimizin ashabına gösterdiği zikir yöntemleri dile getirilmektedir.Beyân’ül-Esrar: Arapça olarak öğretici nesirle yazılan risâlede, insanın ve ruhların ahvalini; ilimlerin sayısını, zâhirî ve bâtınî yönlerini; zikrin şartlarını; tasavvuf ehlinin özelliklerini; temizliğin önemini; namaz, oruç, zekat, hac gibi ibadetlerin keyfiyetini ayrı ayrı değerlendiren Fuâdi, Şa’bânilik’in yapısını da ortaya koymaktadır.53 Şa’bânilik’in Fas ve Hicaz’a kadar yayıldığı göz önüne alındığında, Fuâdi’nin bazı eserlerini Arapça ya da Farsça yazmasındaki amacın daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyiz.

Mecmua-i İlâhiyat:

Osmanlı Müellifleri’nde kaydı geçmeyen bu küçük risalede de Ömer Fuâdi, seleflerini saygı ve ta’zim ile zikrettikten sonra, islâmi açıdan mübarek sayılan Berat, Mevlid ve Mirâc gecelerinin önemi ve özelliklerini belirtir. Eserde Hz. Peygamber ve ashabına övgüleri içeren ilâhiler de yer almaktadır. Tasavvufî yönü ağırlıklı olan eser, aruz ölçüsüyle yazılmış olup “Bülbüliyye”den alınan bazı gazellerle de desteklenmiştir.54

Kaside-i Pendiyye:

Ömer Fuâdi’nin bu eseri de, girişi takip eden 99 beyitlik pendiyyeden oluşmaktadır. Zamandan, felekten şikayet edilen eserde, hakla bâtılı birbirinden ayıramayan, iftira ve gıybete meyli artan ve nefsine esir olan insanların fazlalığından; buna mukabil tevekkül ve kanaat sahiplerinin azlığından, mal ve zenginliğin değer yargılarının önüne geçmesinden bahsedilmektedir. Padişaha itaatin zayıfladığına dikkat çeken Fuâdi, dinin tehlikede olduğunu da belirtmektedir. Sosyal hayatın kanayan yönlerini, ekonominin bozulduğunu, ülkede “kizb ü hile”nin çoğaldığını ve bereketin kalmadığını:

“Padişahun kuvveti hutbe ile sikkedür
Hutbe yirinde amma sikkesini bozdılar”

dizeleriyle ifade eden şâir, “devr-i zühâl” in başladığına ve devletin orduya da hâkim olamadığına işaret etmektedir. Aruz kusurlarının sıkça görüldüğü eser, şâirin ahlâkî öğütleriyle sona erer. 55Ömer Fuâdi’nin burada ifade edilenlerin dışında, küçük risâleler şeklinde Türkçe, Arapça ve Farsça olarak kaleme aldığı çeşitli eserleri bulunmaktadır. Başta isimlerini zikrettiğimiz bu eserlerin, bağımsız birer eser olarak değerlendirilmesi yerine, belli konularda yazılmış ilmî ve edebî değeri olan makaleler şeklinde ifade edilmesinin daha doğru olacağı kanaatindeyiz.

Kültür hayatımızın bir tuğlasını teşkil eden, duygu ve düşüncelerini nazım ve nesir olarak çeşitli eserlerinde dile getiren Ömer Fuâdi’nin, topluma faydalı olabilmeyi kendine gâye edinmiş bir tasavvuf ehli olduğunu görüyoruz. Bu özelliğin de, O’nun içinde bulunduğu dinî ve sosyal yapıdan, Kastamonu'da üstlendiği misyondan kaynaklandığı kanaatindeyiz. NOT: Bu yazı Folklor/Edebiyat Dergisi’nin 1999/4, 20.sayısında 113-124.sayfaları arasında yayımlanmıştır.
_________________________________
[1] Osman Yalçın, Kastamonu Tarihi, İst., 1961.
[2] Haluk İpekten, M. İsen, R. Toparlı, N. Okçu, T. Karabey, Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, Ank., 1988.
[3] M.Ziya Demircioğlu, Kastamonu Evliyaları, Kastamonu, 1962, s.26; Abdulkerim Abdulkadiroğlu, Halvetîlik’in Şa’bâniyye Kolu Şeyh Şa’bân-ı Veli ve Külliyesi, Ank., 1991, s.61; Bununla birlikte Fuâdi’nin doğum tarihi kesin olarak belirlenememiştir. H.966 tarihi her ne kadar pek çok kaynakta ifade edilmişse de, bir kısım eserlerde şairin doğum tarihiyle ilgili herhangi bir kayıt yer almamaktadır: Mehmet Behçet, Kastamonu Âsâr-ı Kadimesi, İst., 1341, s.93; İhsan Ozanoğlu, Kastamonu Kütüğü, İst., 1952, s.84; TDEA, İst., 1990, C.7, s.181. Ayrıca İhsan Ozanoğlu, Şaban-ı Veli Menâkıbı adlı eserinde Fuâdi’nin doğumuyla ilgili olarak Bursalı Mehmet Tahir’in Osmanlı Müellifleri’nde H.960 tarihinin kayıtlı olduğunu belirterek bu bilginin kaynağının da Demircioğlu ailesi olduğunu ifade eder. Oysa ki bu eser üzerindeki araştırmamızda Fuâdî’nin doğumuyla ilgili herhangi bir kaydın yer almadığını, sadece ölüm tarihi ve eserlerinin verildiğini tespit ettik. ( Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, İst., 1333, C.I, s.118-119.)
[4] İhsan Ozanoğlu, a.g.e., s.15; Ayrıca 1115 tarih ve 110 sayılı şeriyye sicilinin 23.kaydı, 1117 tarih ve 424 sayılı şeriyye sicilinin 138. Kaydında Fuâdi’nin Tahirfakih mahallesinden olduğu kaydı yer almaktadır.[5] Abdulkerim Abdulkadiroğlu, a.g.e., s.61.
[6] Bursalı Mehmed Tahir, a.g.e., C.I, s.119.
[7] İhsan Ozanoğlu, Kastamonu Kütüğü, İst., 1952, s.77.
[8] İhsan Ozanoğlu, Şa’bân-ı Veli Menâkıbı, Kastamonu, 1967, s.14.
[9] Ziya Demircioğlu, Şeyh Şa’bân-ı Veli ve Postnişinleri, Kastamonu, 1983, s.20.
[10] Nihal Yazar, Halvetiliğin Şa’bâniyye Kolu Menâkıb-ı Şa’bân-ı Veli ve Türbenâme, Ank., 1985, s.45.
[11] İhsan Ozanoğlu, a.g.e., s.145-146.
[12] Ömer Fuâdi, Muhtasar Manâkıbnâme, Kastamonu İ.H.Ktp., No:3676/1, yk.87a.
[13] İhsan Ozanoğlu, a.g.e., s.146.
[14] Nihal Yazar, a.g.e., s.239.
[15] Ömer Fuâdi, a.g.e., yk.84a
[16] Yusuf Akyurt, Resimli Türk Abideleri Kastamonu Şehri, Ank., 1944, C.HII, s.75-77. (Yaz., TTK Ktp., No: 606.)
[17] Abdülkadir Özcan, Şakaik’n-Nu’maniye ve Zeyilleri, “Şeyhi Mehmed Efendi, Vekayi’ül Fudala”, İst., 1989, C:3, s.51; Şeyh Abdurrahman Efendi’nin Vasiyeti, Kastamonu İ.H.Ktp., Yazma No: 3670/13, yk.279b.
[18] Nihal Yazar, a.g.e., s.244.
[19] “Ömer Fuâdi”, Evliyalar Ans., İhlas yay., İst., 1992, C:9, s.418.
[20] İhsan Ozanoğlu, a.g.e., s.17.
[21] Ömer Fuâdi, Risâle-i Türbenâme, Kastamonu İ.H.Ktp., Yazma No: 3676/2, 32yk.
[22] İhsan Ozanoğlu, a.g.e., s.18.
[23]Yusuf Akyurt, a.g.e., s.76.
[24]Adülkadir Özcan, “Nev’izâde Atâi, Hadâiku’l-Hakâyık fi Tekmileti’ş-Şakâik”, a.g.e., C:2, s.199; Bursalı Mehmet.Tahir, a.g.e., s.118; M.İhsan Oğuz, Hz. Şa’bân-ı Veli ve Mustafa Çerkeşî, İst., 1995, s.53.
25 Ömer Fuâdi, Mecmua-i İlâhiyat, yk.59-60a.
26 Ömer Fuâdi, Muhtasar Menâkıbnâme, yk.4a.
27 Nihal Yazar, a.g.e., s.57.
28 Ömer Fuâdi, Türbenâme, İ.Ü.Ktp., yk.106a; Muslihu'n-Nefs, İ.Ü.Ktp., No:1464, yk.86a; Menâkıbnâme-i Şa'bân Efendi, yk.7a-7b (Bu yazma H.1294 tarihli olup Kastamonu'da ikamet eden Hasan Fehmi Ataulusoy'un koleksiyonunda bulunmaktadır. Eserde muhtasar menakıbname ve Türbename bir aradadır).
29 Nihal Yazar, a.g.e., s.282.
30 Ömer Fuâdi, Risale-i Bülbüliyye, Süleymaniye Ktp., Düğümlü Baba Bl., No:320, yk.72a, 76b,85a, 88b
31 Ömer Fuâdi, Kaside-i Pendiyye, Ank. Millî Ktp., No:06 Mil FB 503, yk.54b.
32 İhsan Ozanoğlu, a.g.e., s.151, 154.
33 Ömer Fuâdi, Risale-i Bülbüliyye, yk.75b.
34 Ömer Fuâdi, Risale-i Türbenâme, yk.122a.
35 Ömer Fuâdi, Mecmua-i İlâhiyat, Ank. Millî Ktp., No:06 Mil FB 503, yk:59a,59b,60a.
36 Ömer Fuâdi, Risale-i Bülbüliyye, yk.80b.
37 F.Kadri Timurtaş, Yunus Emre Divanı, s.49.
38 Ömer Fuâdi, Menâkıb-ı Şa’bân-ı Veli, Kastamonu İ.H.Ktp., No:3676/1, yk.4a.
39 Nihal Yazar, a.g.e., s.55.
40 Aziz Demircioğlu, Kastamonu’da Basılan Eserler, Kastamonu, 1987, s.18; Mehmet Behçet, a.g.e., s.93.
41 Ömer Fuâdi, Risâle-i Türbenâme, Kastamonu İ.H.Ktp., No:3676/2, yk:92b-124a.
42 Nihal Yazar, a.g.e., s.271.
43 Ömer Fuâdi, Menâkıb-ı Şa’bân-ı Veli ve Türbename, Kastamonu, 1293, s.185.
44 TDV İ.A., İst., 1992, C.6, s.486.
45 A.Sırrı Levend, a.g.e., s.138.
46 Ömer Fuâdi, Risale-i Bülbüliyye, yk.48b-89a.
47 A.g.e., yk. 79a-b.
48 “Bülbüliyye”, TDEA, İst., 1976, Dergâh Yay., C.I, s.481.
49 Ömer Fuâdi, Risâle-i Virdiyye, Kastamonu İ.H.Ktp., No:1232/3, 83 yk.
50 Ömer Fuâdi, Muslihu’n-Nefs, Kastamonu İ.H.Ktp., No:1232/4, 52 yk.
51 Ömer Fuâdi, Risâle-i Halvet, Kastamonu İ.H.Ktp., No:2067/4, 10 yk.52 Ömer Fuâdi, Risâle-i Zikr, Kastamonu İ.H.Ktp., No:2067/5, 12 yk.
53 Ömer Fuâdi, Beyân’ül-Esrâr, Kastamonu İ.H.Ktp., No:3670/12, 26yk.(251b-279a)
54 Ömer Fuâdi, Mecmua-i İlâhiyat, Ank. Millî Ktp., No:06 Mil FB 503, yk:58b-62b.
55 Ömer Fuâdi, Kaside-i Pendiyye, Ank. Millî Ktp., No:06 Mil FB 503, yk:53b-55b.


Bu yazıyı 12313 farklı kişi okudu.


Bu Yazıyı Arkadaşına Tavsiye Et Bu Yazara Mesaj Gönder



İlyas Yazar
(Araştırma Görevlisi)

YAZARIN DİĞER YAZILARI
TASAVVUF ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
•Osmanlı'nın Kültür Şehirlerinden Kastamonu'da Yetişmiş Bir Şâir: ÖMER FUÂDÎ
Ömer Fuâdî'nin Bülbüliyyesi Üzerine Bir İnceleme
VURDUMDUYMAZLIK
HÂŞİM’İN SANATI VE MERDİVEN ŞİİRİ ÜZERİNE BİR TAHLİL DENEMESİ
KASTAMONULU DÎVAN EDEBİYATI ŞÂİRLERİ
KASTAMONU ARAÇ YÖRESİ MANİLERİ ÜZERİNE BİR İNCELEME
ŞA'BÂN-I VELÎ'DEN ÖMER FUÂDÎ'YE ŞA'BÂNÎLIK GELENEĞİ
BÂTINÎLİK ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
OSMANLI'DA KADIN ŞAİRLER
BİLGECE
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI DERS KİTAPLARINA GÖRSEL AÇIDAN BİR YAKLAŞIM