ŞA'BÂN-I VELÎ'DEN ÖMER FUÂDÎ'YE ŞA'BÂNÎLIK GELENEĞİTarih: 25-06-2001 - 15:14:51

Şeyh Şa’bân-ı Velî Kültür Haftası etkinlikleri kapsamında düzenlenmiş bulunan bu toplantıya göstermiş olduğunuz ilgiden dolayı hepinizi saygıyla selamlıyor; bu toplantının düzenlenmesine vesile olanlara şükranlarımı ifade ediyorum. Bugün size burada iki portre sunmak istiyorum. Birbirini takip eden silsile içinde aynı anlayış çerçevesinde cereyan eden bu iki portreden birisi Hz.Pîr Şeyh Şâban-ı Veli ve diğeri onu takip ederek onun izinden giden, onun bayraktarlığını yapmış olan Ömer Fuâdî’dir.
Şa’bânîlik geleneği içinde Ömer Fuâdî konusuna geçmeden önce, Şabaniliğin ne olduğu, nerede ve ne şekilde zuhur ettiği, yansımaları ve etkilerinin neler olduğu gibi konulara kısaca değinmenin yararlı olacağı kanaatindeyim.
Şa’bânîlik, Hazret-i Pîr Şeyh Şa’bân-ı Velî’den sonra, müntesipleri tarafından, onun tekâmül ettirdiği anlayış çerçevesinde devam ettirilmiş; tasavvuf ve tarikatlar içinde önemli bir yere sahip olan Halvetîlik’in Cemaliyye koluna bağlı bir şube olarak teşekkül etmiştir. Halvetîlik, 14.yy.da yaşamış olan Ebu Abdullah Siracüddin Ömer b. Ekmelüddin (ö.1349 veya 1397) tarafından esasları belirlenmiş ve İslâm âleminde intişar etmiştir. Bu zat, hayatının büyük bir kısmını halvette geçirdiği için “Ömer el-Halvetî” adıyla anılmış ve Cüneyd-i Bağdâdî’den gelen silsilenin 13.şeyhi olarak tarihteki yerini almıştır. [1]
Uzlet, inziva, yalnızlık, tek başına yaşamak gibi anlamlara gelen “Halvet” tasavvufî açıdan, günahlardan uzak durup Allah’a yönelmek, kendini ibadete vermek ve Ömer Fuâdî’nin de ifade ettiği şekliyle ruhun, kimsenin olmadığı yerde, tenhada Allah ile manen (sırren) konuşması demektir. [2] Bu açıdan tasavvuf literatürüne “çile” olarak geçen halvet, dervişler arasında “erbaîn çıkarmak” şeklinde ifade edilmektedir. [3]
Halvetîlik genel çerçevesi itibarı ile, Ömer Halvetî’nin vefatından sonra özellikle, tarikatın ikinci pîri Seyyid Yahya Şirvânî tarafından İslâm dünyasında yayılmıştır. Her sınıftan insana hitap eden ve mensupları arasında çeşitli meslek gruplarının mensuplarının yer aldığı Halvetîlik, tarihi gelişimi içinde daima bir gönül ocağı şeklinde müşahede edilmiştir. Oldukça geniş bir yelpazeye sahip olan Halvetîlik’in kolları ve bu kollara bağlı olarak gelişip yayılan şubelerinin fazlalığı dâimâ dikkat çekici olmuştur. Halvetîlik’in Cemâliyye kolununun en önemli şubesi Şa’bânîlik’tir.
Ömer Fuâdî’nin de müntesibi bulunduğu Şa’bânîlik, M.1568 tarihinde vefat eden Şeyh Şa’bân-ı Velî tarafından Kastamonu’da kurulmuş ve buradan değişik coğrafyalara tarihin akışı içinde yayılmıştır. Hz.Pîr Şeyh Şa’bân-ı Velî’yi tâkip edenlerin temsil ettiği bu anlayış, sonraki yüzyıllarda, özellikle Orta Anadolu’da büyük bir manevi tesir bırakmış ve bölgenin önemli bir maneviyat kalesi haline gelmesine vesile olmuştur.
Şeyh Şa’bân-ı Velî ve temsil ettiği Şa’bânîlik anlayışının nasıl ve ne şekilde ortaya çıktığını, hangi aşamalardan geçtiğini, Halvetîlik silsilesi konusunda çok önemli bir eser olan Tomâr-ı Turûk-ı Aliyye açık biçimde ifade etmektedir. [4] Halvetiyye kollarının kurucuları arasında saygıdeğer bir yeri olan ve Kastamonu’da Hz.Pîr unvanı ile anılan Şeyh Şa’bân-ı Velî, İstanbul’a gelerek dînî ilimleri tahsil etmiş ve bu tahsilini tamamladıktan sonra tekrar memleketine (Kastamonu’ya) geri dönerken, Bolu’ya geldiğinde Hayreddin Tokâdî hazretleri ile karşılaşmıştır. Hayreddin Tokâdî, Halvetîlik tarikatının Cemaliyye koluna bağlı halifelerden biridir. Şeyh Şa’bân-ı Velî, Hayreddin-i Tokâdî’nin mânevî terbiyesi altında seyr u sülûkunu [5] tamamlayarak bu zattan hilafet almış ve memleketi olan Kastamonu’da halkı aydınlatmakla görevlendirilmiştir. Önce, Hünsâlar Câmiinde halkı aydınlatıcı sohbetlerine başlayan Hazret-i Pîr, sonradan Hisarardı mahallesine yerleşmiş ve burada, yine Halvetî tarikatı mensuplarından Şeyh Sünnetî Efendi tarafından yaptırılmış olan dergahta vefâtına kadar (M.1568) sohbetlerine ve irşat görevine devam etmiştir. O’nun tesis ettiği anlayış zaman içerisinde çığ gibi büyümüş ve Fas ve Hicaz’a kadar geniş bir coğrafyaya sirayet etmiştir.
Şa’bânîlik, Anadolu’da yaygınlık kazanmış olmakla birlikte, özellikle başkent İstanbul’da büyük ilgi görmüştür. Bağlı olduğu Halvetî tarikatının İstanbul’da kurulmuş olan 70’e yakın kurulmuş bulunan tekkesine karşılık, Şa’bânî tekkelerinin sayısının 25’e yaklaşmış olması , bu şubenin etkisini ve gücünü göstermeye kifayet etmektedir.
Hz. Pîr Şeyh Şa’bân-ı Velî ve Şa’bânîlik ile ilgili bütün bu anlatılanların kaynağı nedir diye düşündüğümüzde ilk akla gelenler arasında, bu tarikatlara ait çeşitli silsilenâmeler, Sicill-i Osmâniler, Şakâik-ı Nu’mâniyeler ve devirle ilgili çeşitli tarihi, edebî ve sosyal incelemeler sayılabilir. Ancak, bu konuda Şeyh Şa’bân-ı Velî ve temsil ettiği anlayışı, asırların ötesinden günümüze taşıyan çok önemli bir eser vardır. Şeyh Şa’bân-ı Velî’den sonra dergahın beşinci şeyhi olarak görev yapan, Ömer Fuâdî tarafından kaleme alınan Menâkıb-ı Şa’bân-ı Veli adlı eserdir.
Şeyh Şa’bân-ı Velî vefat ettiğinde, dokuz yaşlarında olduğunu ve Hazret-i Pîr’in cenaze töreninden büyük üzüntü duyduğunu ifade eden Ö.Fuâdî, menâkıbnâmede, başta Şeyh Şa’bân-ı Velî olmak üzere kendisine kadar dergahta görev yapan şeylerin hayat hikâyelerini, menkıbelerini ve haklarındaki çeşitli rivayetleri ayrıntılı olarak yazmıştır. Şa’bânîlik silsilesini Hz.Ali’ye kadar olduğunu belirten eser, pek çok açıdan önem arz etmektedir.
Ömer Fuâdî, Hazret-i Pîr ve Şa’bânîlik ile ilgili olarak bilinen bütün gelenek, görenek ve yaşam tarzlarının, sonraki kuşaklara aktarılması noktasında çok önemli bulduğumuz bir görevi yerine getirmiştir. Zira, Hz.Pîr’in devrini yaşamış ve ona en yakın bir kuşağı temsil etmesi nedeniyle, muhtemel değişikliğe uğrayabilecek rivayetlerin ve asılsız söylentilerin ortaya çıkmasını da önemli ölçüde engellemiştir. Çeşitli yazma nüshaları bulunan eser H.1294 tarihinde Kastamonu matbaasında basılmıştır.
Biraz önce Tomâr-ı Trûk-ı Aliyye’ye atfederek ifade ettiğim Hz.Pîr Şeyh Şa’bân-ı Velî’yi, talebesi olan Ömer Fuâdî nasıl görmüş ve nasıl anlamıştır?
Menâkıbnâmede anlatılanlar ışığında genel olarak, Hz.Pîr’in hayatına baktığımızda, O’nun pek çok badireler geçirmiş olduğunu görüyoruz. Taşköprü’nün Çakırçayı köyünde dünyaya gelen (1497 ya da 1499) Şa’bân-ı Velî, küçük yaşlarda anne ve babasının ölümü ile yalnız ve kimsesiz kalmış, sonrasında ise kimliği ve yaşamı hakkında fazla bilgi sahibi olmadığımız bir kadın tarafından evlat edinilmiştir. Bu kadının, Şa’bân-ı Velî’nin eğitimi ile yakından ilgilendiğini görüyoruz. Mahalle mektebinde Kur’an eğitimi ile başlayan bu süreç Kastamonu ve İstanbul’da devam etmiştir.
İstanbul medreselerinde tefsir ve hadis ilmi konusunda eğitim gören Şa’bân-ı Velî, zamanla içinde bir boşluk hissetmiş, aldığı dini eğitimin kendisini tatmin etmediğini görmüştür. Sonunda ilahi sırlara da vasıl olmayı arzulayan ve ilm-i bâtını tahsil etmeye kararlı olan Hz.Pîr, kendisine bir mürşid-i kâmil aramış ve bu kapsamda İstanbul’daki bazı din büyüklerine hâlini arz etmiştir.
Hz.Pîr’in arayışlar içindeki bu döneminin, İstanbul’dan Kastamonu’ya dönerken Bolu’da karşılaştığı Hayrettin Tokâdî hazretleri ile son bulduğu görülmektedir. Bu karşılaşma ile Şaban-ı Velî’nin içindeki sıkıntılar ber-taraf olmaya, ruh dünyasını huzur ve sükun kaplamaya başlamıştır. Yaklaşık on iki yıl Hayrettin Tokâdî hazretlerinin yanında kalarak onun rahle-i tedrisinden geçen ve ona hizmet eden Hz.Pîr, bu süre içinde seyr u sülukunu tamamlayarak tasavvufta kemâle ermiştir. Bu aşamadan sonra bizzat H. Tokâdî hazretleri tarafından Kastamonu’ya hilafetle görevlendirilmiştir.
Kastamonu’ya geldiğinde önce Hisarardı’ndaki Seyyid Sünnetî mescidi (şimdiki Şeyh Şaban-ı Velî Câmii) yakınlarında münzevî bir hayat geçirmeye başlar. Bu sıralarda onu görenler, haline acıyarak yardım etmek isteseler de o kabul etmez. Hz.Pîr’in Seyyid Sünnetî mescidindeki erbainini [6] tamamlaması ile hâli, halk nazarında açığa çıkmaya başlar. Onun yüce kişiliğini görenler ve onu anlamaya başlayanlar, yavaş yavaş onun sohbet halkasına katılırlar. Böylece Seyyid Sünnetî Efendiden sonra Halvetilik’in Kastamonu ve civarındaki gelişiminin Şeyh Şa’bân-ı Velî tarafından devam ettirildiği görülmektedir.
Ömer Fuâdî’nin menakıbnamede anlattığı bir rivayete göre, Seyyid Sünnetî zaman zaman Hızır (a.s.) ile görüşüp mütalaada bulunurmuş. Hayatının son baharında kendisinden sonra yerinin boş kalacağını hissedip hüzünlendiği bir gün, Hızır (a.s.) yanına gelerek, yerinin bir süre boş kalacağını, ancak ondan sonra büyük bir şeyh tarafından doldurulacağını müjdelemiştir. Gerçekten de Seyyid Sünnetî efendinin vefatından sonra, onun boşluğu Şeyh Şaban-ı Velî’ye kadar doldurulamamış ve Hızır (a.s.) ın müjdesi de böylece gerçekleşmiştir.
Şa’bân-ı Velî hazretleri, Seyyid Sünnetî mescidinde başladığı irşat hizmetini sonradan Honsâlar Camiinde sürdürmüş ve halkasına katılanlar günden güne artmıştır. Hz.Pîr’in zahiri ilimlerle devam ettiği camii sohbetleri, zamanla yerini batınî ilimlere bırakarak tasavvufî irşada yönelmiştir. Yaşamı boyunca pek çok kişinin yardımına koşan Şa’bân-ı Velî çeşitli kerametler de göstermişse de bunların anlatılmasını, konuşulmasını ve bilinmesini hiç istememiştir. Bu konuda zaman zaman anlatanları azarladığı ve inkâr ettiği görülmüştür.
Hayatının son dönemlerini halvete çekilerek geçiren Hz.Pîr’in, bazı rivayetlere göre yedi yıl inzivada, uzlette kaldığı ifade edilmektedir. Hak dostlarının sevgililerine kavuştukları gece olarak da ifade edilen, düğün gecesi de dediğimiz “şeb-i aruz” u hissettiğinde talebelerini yanına toplayarak onlara ayrı ayrı dua ve tavsiyelerde bulunan Şeyh Şaban-ı Velî 4 Mayıs 1569’da vuslata ermiştir. [7] Süleymâniye Câmii vâizlerinden Şeyh Muharrem Efendi’nin kıldırmış olduğu cenaze namazında büyük izdihamın meydana geldiği kaynaklarda ifade edilmektedir.
Hz.Pîr Şeyh Şa’bân-ı Velî’nin hayatına ilişkin olarak Menâkıbnâme’de pek çok kesit verilmektedir. Şa’bân-ı Velî ile ilgili olan sözlerimizi burada noktalarken, bu kesitleri bizlere sunan Ömer Fuâdî’ye de kısaca değinmek istiyorum. Ömer Fuâdî, on yedi yıl Kastamonu’da müftülükte çalışmış, sonradan Şeyh Şa’bân-ı Velî’nin başlattığı ekole dahil olmuş, âlim, fâzıl, şâir ve mütefekkir bir kişidir. Ciddi bir eğitim gördüğü geride bıraktığı otuza yakın eserden anlaşılmaktadır.
Hayatı ve yaşamı ile ilgili olarak, devrinin ve sonraki asırların kaynaklarında çok fazla bilgiye rastlamadığımız Ömer Fuâdî, çocukluğunun ilk yıllarını, Şa’bân-ı Velî gibi büyük bir âlimin sohbet halkalarına katılarak geçirmiş, gençlik hevesleri içinde yüksek makamlar arzusunu hep içinde hissetmiş ve bu maksatla sağlam bir eğitim görmüştür. Fakat Fuâdî de, tıpkı Şa’bân-ı Velî gibi içindeki sıkıntıları giderememiş ve sonunda ruhundaki sarsıntıyı gidermek üzere Şa’bân-ı Velî’nin halifelerinden Abdülbâki Efendi’ye intisap etmiştir. Ömer Fuâdî, bu dönemde ruhundaki değişimi “Mekteb-i aşkda yine tekrar elifden başladım” diyerek, her şeye yeniden başladığını ifade etmektedir.
Abdülbâki Efendi’nin himmet ve gayretleriyle gönlündeki manevî keşifleri idrak eden Fuâdî, kısa zamanda ruhen huzura ermiş ve hocasının vefatı ile yarım kalan seyr u sülukunu, onun haleflerinden Küreli meşhur âlim Muhiddin Efendi’den tamamlamıştır.
Ömer Fuâdî de on yedi yıllık müridlik yaşamı olarak ifade edebileceğimiz bu süreci 1604 yılında, hocası Muhiddin Efendi’nin vefatı ile tamamlamış ve bu tarihte Şeyh Şa’bân-ı Velî dergahına beşinci şeyh olarak seçilmiştir.
Ömer Fuâdî döneminde Şa’bânîlik’in sadece Kastamonu’da değil Kastamonu dışında da geniş bir coğrafyaya yayılmaya başladığını görüyoruz. Fuâdî’nin Şeyh Şaban-ı Velî camiindeki sohbetleri geniş halk kitleleri tarafından ilgiyle takip edilmeye başlanmış ve her geçen gün ziyaretçileri artmıştır.
Özellikle fıkıh ve fetva konusunda memleket çapında tanınan Fuâdî’nin, Şeyh Şaban-ı Velî dergahında görevli olduğu süre içinde, en önemli hizmetlerinden birisi de kuskusuz Şeyh Şa’bân-ı Velî’nin kabrine yapılacak türbeye öncülük etmesidir. Menâkıb-ı Şa’bân-ı Velî adlı eseriyle Şeyh Şa’bân-ı Velî’nin hayatına ait bütün ayrıntıları bizlere anlatan Ömer Fuâdî, Türbe-nâme adlı eseriyle de Türbenin nasıl yapıldığını ve nelerle karşılaşıldığını bütün detaylarıyla anlatmaktadır.
Aslında Ömer Fuâdî’nin hocası Muhiddin Efendi, Şaban-ı Velî’nin kabrine bir türbe yaptırmayı çok istemişse de, işlerinin yoğunluğu ve şartların elvermemesi gibi nedenlerle, bu isteğini yerine getirememiş; ömrü vefa etmeden önce de Ömer Fuâdî’nin de aralarında bulunduğu bir sohbette bu arzusunu dile getirmiştir.
Ömer Fuâdî dergaha şeyh olarak seçilmesinin ardından, selefi ve hocası Muhiddin Efendi’nin bu arzusunu yerine getirmek için çalışmalara başlayarak, okunan dualar ve kesilen kurbanların ardından türbenin inşasına başlanmıştır. Fuâdî’nin anlattığına göre, inşaatta gayr-i müslim amelelerin de çalışması kendisini bir hayli rahatsız etmiş ve bu rahatsızlık rüyalarına kadar sirayet etmiştir. Durumu türbenin mimarıyla konuşarak ve onu telkin ederek gideren Fuâdî inşaatın gelişimini de ayrıntılı olarak yazmaktadır.
Türbenin inşaatına, Sultan 2.Osman’ın vezirlerinden Kastamonu valisi Kurşunlu-zâde Mustafa Paşa ve Ömer Kethüda tarafından yardımda bulunulduğunu öğreniyoruz. Ömer Kethüda, Şa’bân-ı Velî’nin talebelerinden Himmet Dede’nin oğlu olup Sultan 1.Ahmed’in baş veziri Murat Paşa’nın dokuz yıl kethüdalığını yapmıştır. İnşaatın devam ettiği bu yıllarda Murat Paşa’nın Diyarbakır’da ölmesiyle yerine Nasuh Paşa geçmiş ve o da Ömer Kethüda’yı katlettirmiştir. Hal böyle olunca yardımlar kesilmiş, iki yıl yarım kalan inşaat harabeye dönmüştür. Bu aşamadan sonra da devlet yardımlarına pek sıcak bakmayan Ömer Fuâdî ve arkadaşları, halktan gelen bağışları makbuz karşılığı kabul etmişler; sonuçta toplanan bu paralarla türbenin inşaatı H.1020 tarihinde tamamlanmış ve tutulan bağış defteri de bizzat Fuâdî tarafından sanduka ile örtü arasına konmuştur.

Ömer Fuâdî de selefleri (kendinden öncekiler) gibi, bir yandan çevresini aydınlatmaya, bilgilendirmeye ve talebeler yetiştirmeye devam etmiş; diğer yandan da sanat ve edebiyatla iştigal ederek bu konuda çeşitli eserler yazmıştır. Mutasavvıf bir şair olan Ömer Fuâdî, şiirlerinde ağırlıklı olarak vahdet-i vücud nazariyesi üzerinde durmuş ve zaman zaman;
“Gitti cismim geldi bir cân yerine
Gitti cânım geldi cânân yerine”

dizelerinde olduğu gibi aşıkâne ve ârifâne şiirler de söylemiştir.
Türk Edebiyatında 16.yy.dan itibaren yazılmaya başlanan ve az sayıda bulunan Gül ve Bülbül içerikli mesnevilerden biri de Ömer Fuâdî’ye ait bulunmaktadır. Edebî değer açısından önemli görülen, aşk ve vahdet temasının konu olarak ele alındığı “Risale-i Bülbüliyye” H.1033 tarihinde yazılmış 1163 beyitlik uzunca bir mesnevidir.
Hayatının her aşamasında çevresine hizmet etmeyi gaye edinmiş olan Ömer Fuâdî, bütün yaşamını Kastamonu’da geçirmiş ve 1636 yılında, 76 yaşında vefat etmiştir. Kabri, Şa’bân-ı Velî türbesi içinde kütüphaneye bitişik olan duvarın yanında bulunmaktadır.
Arz etmeye çalıştığım bu iki Hak dostunun yaşam serüvenlerini, zamanımızın elverdiği ölçüde sizlerle paylaşmak istedim. Şa’bân-ı Velî’den Ömer Fuâdî’ye ve ondan sonraki asırlara uzanan çizgide gelip gidenler, hep aynı anlayışla, aynı aşk ve şevkle, aynı hizmet ve himmet duygularıyla irşat halkalarını genişletmişler, toplumun manevi dinamikleri olarak, insanlığın huzuru ve refahına ışık tutmaya çalışmışlar. Bu yolda çabası olan bütün Hak dostlarına, gönül erlerine şükranlarımızı sunuyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

-----------------------------------

[1] Mahir, iz, Tasavvuf, İstanbul 1969, s.168.

[2] Süleyman, Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1991, s.206.

[3] Rahmi, Serin, İslâm Tasavvufunda Halvetîler ve Halvetîlik, İstanbul, 1984, s.67.

[4] Sadık Vicdânî, Tomâr-ı Turûk-ı Aliyye, (Hz.Doç.Dr.İrfan Gündüz), İstanbul, 1995, s.210-211.

[5] Seyr u sülûk: Hakka ermek, Allah’a vasıl olmak için bir rehberin öncülüğünde ve denetiminde çıkılan mânevî ve rûhî yolculuktur. Sâlik adı verilen yolcu, nefsindeki kötü huylardan arındığı ve iyi huylar edindiği ölçüde, bu yolculukta mesafe almaktadır. Buradaki amaç, sâlikin kişisel arzu ve isteklerini yok edip, tam anlamıyla kendisini ilhâhi iradenin hâkimiyetine sokması ve bu suretle diğer insanlara rehberlik yapmasına imkan veren kâmil insan mertebesine yükselmesidir. (Süleyman, Uludağ, a.g.e. s.428)

[6] Erbaîn: Kırk. Çile çekmek, nefsi ezmek, bencilliği kırmak için müritlerin ve tasavvuf ehlinin kırk gün halvete çekilmeleri, bu süre içinde zaruret bulunmadıkça yememeleri, konuşmamaları, uyumamaları, daima zikir ve tefekkür ile meşgul olmaları. Bu süreyi başarı ile tamamlayanlar erbain ve çile çıkarmış olur. (S.Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.162)

[7] Hz.Pîr’in ölüm tarihi ile ilgili olarak farklı rivayetler bulunmaktadır. 4 Mayıs 1569 Cuma günü olarak belirtilen ölüm tarihi aslında Çarşamba gününe gelmektedir. (Abdülkerim Abdulkadiroğlu, Halvetilik’in Şabaniyye Kolu Şeyh Şa’bân-ı Veli ve Külliyesi, Ankara, 1991, s.44)


Bu yazıyı 7143 farklı kişi okudu.


Bu Yazıyı Arkadaşına Tavsiye Et Bu Yazara Mesaj Gönder



İlyas Yazar
(Araştırma Görevlisi)

YAZARIN DİĞER YAZILARI
TASAVVUF ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Osmanlı'nın Kültür Şehirlerinden Kastamonu'da Yetişmiş Bir Şâir: ÖMER FUÂDÎ
Ömer Fuâdî'nin Bülbüliyyesi Üzerine Bir İnceleme
VURDUMDUYMAZLIK
HÂŞİM’İN SANATI VE MERDİVEN ŞİİRİ ÜZERİNE BİR TAHLİL DENEMESİ
KASTAMONULU DÎVAN EDEBİYATI ŞÂİRLERİ
KASTAMONU ARAÇ YÖRESİ MANİLERİ ÜZERİNE BİR İNCELEME
•ŞA'BÂN-I VELÎ'DEN ÖMER FUÂDÎ'YE ŞA'BÂNÎLIK GELENEĞİ
BÂTINÎLİK ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
OSMANLI'DA KADIN ŞAİRLER
BİLGECE
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI DERS KİTAPLARINA GÖRSEL AÇIDAN BİR YAKLAŞIM